• BIST 9716.77
  • Altın 2427.694
  • Dolar 32.5699
  • Euro 35.0032
  • İstanbul 20 °C
  • Ankara 26 °C
  • İzmir 22 °C

Hizbullah'ın öldürdüğü Konca Kuriş'in ailesi neler yaşadı!

Hizbullah'ın öldürdüğü Konca Kuriş'in ailesi neler yaşadı!
Konca Kuriş evliydi ve beş çocuğu vardı. 1998 yılında evinin önünden kaçırıldı; 555 gün boyunca kendisinden haber alınamadı ve 20 Haziran 1999’da ölüsü Konya’da bir evde, betonun altından çıkartıldı.

 

Oğlu Yahya Kuriş, yıllar sonra ilk kez annesi hakkında bildiklerini anlattı.

1998 yılında Hizbullah tarafından kaçırılıp işkence yapılarak öldürülen Feminist Yazar Konca Kuriş'in oğlu Yahya Kuriş yıllar sonra ilk kez OT Dergisi'nden Nurhak Kaya'ya konuştu. Annesinin esir tutulduğu 555 günlük süreci anlatanKuriş, yazar hakkında ileri sürülen iddiaları da cevapladı.

İşte oğlunun anlatımı ile Konca Kuriş'in hikâyesi:

İLK ANNE PORTRESİ:

1988 yılında başlayan bir serüven bu... 1988’den önce, ben ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. Annem o dönemlerde; başı açık, mini etek giyen bir kadındı. Günümüz tabiriyle modern; o ne demek oluyorsa, Atatürkçü bir profili vardı. Annem ilk defa 1988 yılında kapandı ve tarikata girdi. Daha sonra ise, Tanrı'ya ulaşmanın bir aracıdan geçmediğine karar vererek, “Sadece Kur’an” demeye başladı. Kur’an üzerine araştırmalar yapmaya başladıktan bir süre sonra da, yeni bir arkadaş grubuyla tanıştı. En sonunda da içinde bulunduğu yapıların doğru olmadığına kanaat getirerek, son haline ulaşacağı, kaçırılıp infaz edileceği döneme kadarki o büyük serüveni başladı...

GÜÇLÜ KADIN İMAJI:

Annem çok güçlü bir kadındı. Karşısında duramazdınız. Herkes söyleyeceğini söyler, en sonunda ise annem, kendi bildiğini yapardı.

PARA:

Annem parayı sevmiyordu. Haddinden fazla yardımseverdi, sürekli verirdi, her şeyini ama her şeyini dağıtırdı. Hiçbir lüksü yoktu şu hayatta. Sürekli insanlara yardımcı olmak, insanların sıkıntılarına koşmak, dertlerini paylaşmak hayatının büyük bölümünü oluşturuyordu. Yardımseverliğinin, anneme çok büyük zararları da oldu. Annemi kaçıran kişilerden birinin annesi kanser hastasıymış, annem o çocuğun annesini geçmişte tedavi ettirmişti. Siz kanser hastası bir kadını tedavi ettiriyorsunuz ve oğlu sizi kaçırıp, infazınızı yapacak olan örgüt üyelerine teslim ediyor. “İyilikten maraz doğar” sözü tam da bu olay için söylenmiş sanki...

FEMİNİZM:

Mahallemizin girişindeki köprünün kenarında bir taksi durağı vardı. Ara sıra vukuatlar olurdu o bölgede. Bir gece eve dönerken; üç adamın bir kadını zorla arabaya bindirmeye çalıştığını gördük. Annem gece nöbetindeki taksicilere dönüp “Görmüyor musunuz arkadaş? Kadını zorla götürüyorlar. Bir şey yapsanıza” diye bağırdı. Adamlara doğru koşmaya başladı, ama gidene kadar adamlar kadını arabaya zorla bindirip götürdüler. Annem “Niye yardım etmediniz?” diyerek başladı taksicilerle kavga etmeye. Taksicilerden bir tanesi “Aman abla, gece gece o kadının sokakta ne işi var?” dedi. Annem “Ne demek istiyorsun lan sen? Ben de kadınım ve sokaktayım.” diye bağırdı o taksiciye. Taksici de “Sen başörtülüsün, sana kim ne yapsın?” diye cevap verdi. O dönem öyle bir imaj vardı insanların kafasında; başörtüsü demek namus demekti sonuçta...O olaydan sonra annemin varolan feminist ruhu daha çok ortaya çıktı ve söylemleri feminizme doğru kaymaya başladı. İnsanların kafasındaki klasik feminist anlayışın ötesinde bir şeydi bu; daha çok İslam’la örtüşen, kadının İslam’daki yeri üzerine kafa yorduğu bir anlayıştı. Tabii çalışmaları feminizmle sınırlı değildi. Herkese karşı böyleydi, onun için kimin ne olduğunun önemi yoktu ki. Bu tavrı son dönemlerinde rahatsızlık uyandırmaya başladı, tehditler almaya başladı ve en sonunda da kaçırıldı...

 

İLK TEHDİTLER:

1995 yılında Mersin Kadın Platformu bir panel düzenledi. Konu ‘Müslüman Kadın Kimliği’ydi. Annemin eski arkadaşlarıyla yol ayrımı orada kesinleşti ve o gün annemi hedef alan sayısız tehdit savruldu. Çünkü yola çıktığı insanların kalıpları vardı. O insanlar o kalıplardan sıyrılamadıkları için, annemin değişimini kaldıramadılar.

MEDYA:

Medyanın anneme ilgisi Ankara’da bir panelde başladı. Paneli izlemeye gelen bir gazeteci annemi fark etti ve daha sonra röportaja geldi. Röportajdan sonra da annemi televizyona çıkmaya ikna ettiler. Annemi bir televizyon programına telefonla bağlamışlardı. Annem “Adem ile Havva” kıssasını anlatırken, “Adem’i yaşamış bir peygamber olarak algılamaktan öte, bir kavram olarak algılamak.” konusuna değinmek istedi. Annem böyle söylediğinde, televizyondaki moderatör “Adem peygamber değil mi demek istiyorsun!” deyip olayı programdaki kişilerin tartışması üzerinden farklı bir yere taşıdı ve annem şu cümleyi kullandı “Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?” Annemin telefonunu kestiler, annem rejideki insanlara durumu anlatmaya çalıştı. Annem farklı şeyler söylüyordu, tabuları yıkıyordu. Medyaya da bu lazımdı. Medya kendi çıkarları için bunu çok güzel kullandı. O programdan sonra da daha büyük tehditler gelmeye başladı. Hatta bir adam ofise gelip, tekstil atölyesinin ortasında tehdit etmişti annemi.

ŞEHİTLİK:

Annemin hayattaki en büyük hayali; inandıkları uğruna ölmekti. Ben üniversite birinci sınıftayken, tehditler aldığını söylemişti. Polise gitmemizin iyi olacağını ve dikkatli olmamız gerektiğini söyledim. “Ben koruma ya da polis istemiyorum” dedi. Olacağı ben sana söyleyeyim anne, dedim, “Bir köprüye, bir parka ya da caddeye ismin verilir, olur biter bu ülkede.” Sende mi böyle düşünüyorsun oğlum” deyip üzülerek, bana sitem etmişti. Baba tarafım ise rahattı, Karadenizlilerdi, bellerinden silah eksik olmazdı. Annemin tek silahı ise çantasında taşıdığı Kur’an’dı...

4(73).jpg

KAÇIRILMA GÜNÜ:

Annem kaçırılacağını biliyordu, hissetmişti sanırım. Sabah kalktı, garip bir şekilde müzik açtı, beni dansa kaldırdı ve dans etmeye başladık... Kardeşim Sırma geldi “Kıskanıyorum anne, anca oğlunla dans et” dedi. Annem”Seninle de dans edelim kızım” diyerek Sırma’yla da dans etmeye başladı. Bu olay, aile içinde uzun süredir yaşamadığımız bir olaydı. Normalde çok neşeli bir kadın olan annem bana sarıldı, beni öptü, duygulandı ve gözleri doldu. Gün boyunca da yanından hiç ayırmadı beni. Akşam saat 17.30’da amcam bizi yaylaya götürmek için eve geldi. Annem mesaisi olduğu için gelemeyeceğini söyleyince, ben de annemle kalmak istediğimi söyledim. Annem kardeşlerime sahip çıkmam gerektiğini söyledi. Böyle bir cümleyi, normal bir zamanda kullanmazdı. “Yayla’ya gidiyorsun ve bu akşam burada kalmıyorsun!” derdi ve konuyu kapatırdı. Üzerine basa basa kardeşlerime sahip çıkmam gerektiğini söyledi. O günün gecesinde, kanser tedavisini üstlendiği kadının oğlu, beraberinde getirdiği adamlarla kaçırdı annemi. Üç kişi evimizin önüne gelmişler, kafasına zorla silah dayadıkları babamı yere indirmişler. Her zaman belinde silahla gezen babam, tesadüf o ki o gün yanına silahını almamış. Annem de babamda silah var zannedip “Sakin ol Orhan!” diye bağırmış. Çünkü o gün babamın silahı yanında olsaydı, annem biliyordu ki babam gözünü kırpmadan ateş edecek. Annemi, kendi arabasıyla kaçırdılar. Babam hemen karakola gidip dedemlere haber vermiş. Yayla’da uykuya dalmamın üzerinden yarım saat kadar geçmişti ki kuzenim geldi aşağıya “Dedem seni çağırıyor gel” dedi. Kardeşlerim uyuyordu. Dedem karşısına aldı beni ve annemin kaçırıldığını söyledi. Apar topar Mersin’e geri döndük.

555 GÜNLÜK SÜREÇ:

Sonra 555 günlük bir süreç başladı. İlk üç ay sürekli hareket halindeydik. Her an telefon gelir, emniyete gidersin, biri yakalandı, sorgusu var, sorgu yapılır, ifadeler getirilir, kim bu adam? Annenle ilişkisi neydi? Sen bilgi verirsin, onlar harmanlar.Türkiye kazan biz kepçe, il il, sokak sokak annemi aradık.

Amcam Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı ama her şeye rağmen aşılamayan bir şeyler vardı. Bu iş için ailem tarafından özel bir ekip oluşturularak sahaya sürüldü ama hiçbir şey çıkmadı... İlk üç ay her kapı çaldığında “Acaba o mu?” duygusuyla kapıya koşuyorduk. Her acı fren sesinde, her korna sesinde balkona koşup dışarı bakıyorduk. Her telefon çalışında, sürekli tetiktesin. Bir nevi tavşan uykusu. İlk bir sene hep “Bırakacaklar gelecek, elbet geri dönecek, kaçarı yok bunun” diyorduk. Ölümü hiç düşünmüyorduk. Son altı ay ise “Ölüsüne bile razıyız” diyecek hale gelmiştik. Olayların ardından dayım beni İstanbul’a götürdü. Annem ise halen daha bulunamamıştı. Eve çıktım, üniversitede derslere girmemeye başladım. Hocalardan izin almıştım ve yalnızca sınavlara giriyordum. Babam ise çok sağlıklı bir süreç yaşamıyordu. Bir gün beni aradılar “Babanın durumu hiç iyi değil, gelip ona destek olman lazım” dediler. Ben de Mersin’e geri döndüm. Çok değil birkaç ay sonra, her zaman oturduğum bir kafe vardı. Babam girdi kafenin kapısından bir hışımla ve “Anneni bulduk” dedi. Arkadaşlarımla vedalaştım ve doğru amcamın evine gittik. Konya’nın Meram ilçesinde bir evde, anneme ait olduğu söylenen bir ceset bulunmuş ve teşhis etmek için Konya’ya gitmemiz lazım. Arabayla çıktık yola. Annemin arka dişleri yoktu ve protez kullanıyordu. Dişlerini de sıktığı için son zamanlarda protezini takmıyordu.Giderken protezi de aldım yanıma. Bir de DNA testi yapılır düşüncesiyle, annemin başörtüsünün içinde kalan saç tellerini toplamıştım...

TEŞHİS:

Ocak ayının 20’siydi. O kadar soğuktu ki; öyle derin, öyle sert bir soğuğu daha önce hiç hissetmemiştim. Konya’ya vardık. Bir kadın cesedi var ve teşhis edilecek. Bizi Konya’da bir emniyet lojmanına yerleştirdiler gece vakti. İki üç saat uyuduk. Uyanır uyanmaz Konya Emniyet Müdürü’nün odasına gittik. Ortada bir buçuk yıllık bir belirsizlik var. 555 gün boyunca onlarca ceset teşhis etmişsin... Tüm bunların üstüne Emniyet Müdürü bizi “Başınız sağolsun” diye karşıladı. Bir kaset koyup izletmeye başladı. Kasette baskın yapılıp boşaltılmış bir ev var ve evin bodrum katında bir beton var. O beton kırılıyor ve altından cesetler çıkartılıyor. En üstteki kadın cesedinin altında da erkek cesetleri vardı. İnfaz edip öldürüyorlar ve oraya gömüyorlar. Üstü betonla kaplanıp hava almayınca da cesetler çürümüyor. Cesetler çıkartılırken bir ayak bileği gördüm. Annem sürekli gezdiği ve kilosu da olduğu için, ayakları ağrırdı. Her akşam ayaklarına masaj yapardım annemin ve ayaklarını girintilerine çıkıntılarına varacak kadar bilir olmuştum artık; bilekleri ince, parmakları uzundu. Görür görmez içimden “Bu annemin ayağı” dedim. Sonra cesedi teşhis etmeye gittik Adli Tıp Morgu’na. İçerisi buz gibiydi. Önce dayım girdi içeri, çıktı ve “İnsan suretiyle yaratılmıştır. Bu Konca değil.” dedi. Dayım bunu söylerken arkamızda bir medya ordusu vardı ve anında haber geçiyorlardı. Babam girdi içeri, çıktı ve “Bilmiyorum ama, ameliyat izleri var.” dedi. Babam içeri girmek isteyip istemediğimi sordu bana, girmek istediğimi söyledim. İçeri girdim. Cesedin burnu ve kulakları düşmüştü, saçları da dökülmüştü. Çürümemişti ama vücut suyunu çektiği için kemiğin üzerinde bir deri tabakası görüyordun... Otopsiyi yapan doktora yanımda getirdiğim diş protezini verdim. Doktor “Bu yanınızdaysa işimiz çok daha kolay.” dedi. Protezi taktı ve hemencecik yerine oturttu. Sonra döndü ve yüzüme baktı. Dışarı çıktım ve dayıma, yanımda annemin diş protezini getirdiğimi ve cesede uyduğunu söyledim. Dayım tekrar içeri girdi, belki de yakıştıramıyor ya da cesedin anneme ait olduğuna inanmak istemiyorduk. Ama protez, o kadının annem olduğunu kesinleştirmişti.

HOLLANDA YILLARI:

Artık bu ülkede yaşamak istemiyordum. Bu yüzden de Hollanda’ya gitme kararı aldım. 11 Eylül Olayları olduğunda ise Hollanda’da yaşayan Müslüman öğrencilerin vizeleri iptal edildi ve öğrenciler sınır dışı edildi. Benim de vizemi iptal ettiler ve altı ay boyunca Hollanda’da kaçak yaşadım. Sonra da Türkiye’ye geri dönmek zorunda kaldım. O dönem annemin, kanser hastası annesini tedavi ettirdiği çocuk yakalandı. Çocuğun sorgusunda ortaya çıktı ki; annemi sorgulayan ve infaz etmesi gereken ekip annemi infaz edememiş. Artık orada neler yaşandıysa, annemin infazı için Batman’dan ikinci bir ekip gönderilmiş. Hatta uzun bir süre saklanmış annemin infaz edilmediği. İnfaz kararını alanlar da, uzun bir süre, annemin infaz edildiğini sanmışlar.

ASKERLİK:

Hollanda’dan dönünce beni apar topar askere aldılar. Diyarbakır E tipi Cezaevi’ne gönderdiler önce. Ne gariptir ki annemin katilleri de aynı cezaevinde yatıyordu. Annemi öldürenlerin yattığı cezaevine asker olarak atandım. Üç gün sonra Konca Kuriş’in oğlu olduğumu öğrendiler. Komutan beni yanına çağırıp “Senin burada ne işin var?” diye sordu. Bana mı soruyorsunuz, dedim, “Siz getirdiniz beni buraya!” Sonra beni Dicle Barajı Jandarma Koruma Bölük Komutanlığı’na gönderdiler. Düşünebiliyor musun? Annemi öldüren katillerin yattığı hapisanede koruma askeriydim. Elimde bir G-3 tüfeği ve o adamları ben koruyacağım. Bu da bu topraklara ait başka bir facia.

CEMİL İPEKÇİ:

Yıllar sonra annem adına Facebook’ta bir sayfa kurdum. Fotoğraflarını koyup, annemle ilgili anektotlar paylaşıyordum. Bir fotoğrafın altında “Konca gibi düşünüyorsan senin de sonun onun gibi olur.” diye bir tehdit mesajı gördüm. Mesajı atan kişiye bir uyarı mesajı attım. Dedim ki “Bunun yeri burası değil, burası siyasi bir tartışmaya hizmet etmiyor.” “Sen de anan gibi ajansın, senin de sonun anan gibi olacak” diye yeni bir tehdit mesajı alınca, hemen o dakika emniyete gittim. Mesajları gösterdim, şikayet dilekçelerini verdim. Baktım olacak gibi değil; i.p. numarasından yola çıkarak, mesajın atıldığı yerin adresini tespit ettim. Emniyete gidip “İşte adres bu, Adana’da burnumuzun dibinde bu adam.” dedim. “Biz hallederiz.” dediler. Adres bir internet kafeye ait çıktı. İnternet kafedeki kamera kayıtlarından adamın kim olduğu tespit edildi, teknik takiple düzenli olarak gittiği evler belirlendi. Hatırlar mısın; geçtiğimiz yıllarda Cemil İpekçi’ye suikast düzenlenecekti, Adana’da bir evde kroki çıkmıştı. İşte o ev benim şikayetim üzerine basıldı. 19 kişilik bir örgüt çökertildi ve o evden de Cemil İpekçi’ye ait suikast planları çıktı. Yani farkında olmadan Cemil İpekçi’nin hayatını kurtardım.

 

İstanbul Haber Ajansı

Diğer Haberler
ÇOK OKUNANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İstanbul Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0212 970 87 88 | Haber Scripti: CM Bilişim